The Tilde

ONLINE CULTURE MAG

“Kant Felsefesi Eleştirisi” Üzerine

Schopenhauer gibi mistik bir filozofun doğal olarak birçok filozofla uyuşmadığı noktalar var. Uyuşmadığı noktaların olduğu filozoflar arasında Immanuel Kant da var. Aslında ikisinin de metafizik kavramlara sık yer verdiğini görüyoruz ancak bu iki filozofun metafizik kavramları ele alış şekillerinde fikir ayrılıkları olduğu da bariz. Bu yazının ilk bölümünde bu iki yazarın metafizik bağlam üzerinden ontolojik görüşlerinin farklılığı, ikinci bölümünde ise ağırlıklı olarak ahlâk felsefesi arasındaki farklılıkları değerlendireceğim.

İlk olarak varlığın nasıl bir şekilde var olduğu ve buna bağlı olarak metafizik fikir ayrılıklarına bakalım. Schopenhauer “Dünya benim tasavvurumdur.” cümlesini kullanır ve bunu yaşayan ve idrak eden her varlık için geçerli bir hakikat kılar. Ona göre insanı çevreleyen dünyanın yalnızca bir tasavvur olduğu ve onu tasavvur edene bağımlı olduğu şüphesizdir. Schopenhauer için eğer herhangi bir hakikate a priori denilecekse o, bu olmalıdır. Aynı şekilde Kant da benzer görüşlerde. İkisi de varlığı iki kısma ayırıyor: “Kendinde şey(numen) ve görünüş(fenomen). Bu düşünce çok kısa şekilde anlatacak olursak şöyle: Varlığın “hakikat” kısmı numen dünyasında bulunuyor, bizim algıladığımız hâli ise fenomen dünyasında (Bu konuda ben de çok benzer fikirlerde olsam da Kant’ta gördüğümüz gibi ayrı bir “boyutumsu” olarak numen dünyası yaratmaktansa numenin hakikatin kendisi olduğu gibi bir yorum getirmeyi tercih ediyorum. Çok derin bir metafizik dünyayla işin materyalist açıklamadan bu denli uzaklaştırılmasını doğru bulmuyorum.) Bu fikri benim de savunma sebebimin temelinde bir nevi septisizmle aynı düşünce yatıyor. Her daim emin olabileceğimiz tek şeyin kendi benliğimiz, buna bağlı olarak da kendi varlığımız olduğunu düşünüyorum yani Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözüne hak veriyorum. Ancak bu söz yalnızca kişinin varlığını ispatlayabilecek bir şey. Diğerlerinin varlığını ispatlayabilmek çok zor bir şey. Descartes’ın bunun için araya tanrı faktörünü soktuğunu görüyoruz. Septisizmden kurtuluşun tek yolu olarak tanrıyı görüyor, belki doğru cevap budur bilemiyorum ancak mevcut konumumda bu soruya tanrıyla cevap vermeyi doğru bulmadığımı da belirtmeliyim. Konudan sapmadan bağlayalım. Aynı septisizmde olduğu gibi diğerleri hakkında net bir fikir sahibi değiliz. Mesela benim vazo olarak tanımladığım ve gördüğüm şeyi belki siz çok farklı görüyorsunuz ya da bir uzaylı hepimizin vazo olarak gördüğü şeyi çok daha komplike bir şekilde görüyor. Bunun güzel bir örneği Matrix serisinde başkarakterin her şeyi kodlardan ibaret görmesiyle karşımıza çıkıyor. Bunun gibi nedenler numen-fenomen dünyası ayrımını haklı bulmama sebebiyet veriyor.

Peki bu iki ortaklığın içinde ne gibi farklılıklar var? Öncelikle Schopenhauer’ın varlığın özünün isteme olduğunu savunduğunu bilmeliyiz. Gerçeklik boyutunu isteme; görünüş boyutunu ise tasarım kavramıyla ifade eden Schopenhauer’a göre, “tasarım olarak dünya” yapısı gereği çokluk ile karakterize edilirken “kendinde şey” olarak varlık ise tektir. Ona göre bir şey uzam-zaman ve nedensellikten soyutlanarak düşünülürse bu şeyi başka bir şeyden ayırmanın hiçbir yolu kalmaz. Bu nedenle Kant’ın kendinde şeyi bir çokluk olarak ele almakla hata yaptığını düşünen Schopenhauer, varlığın gerçeklik düzleminde farklılaşmamış bir şey olduğuna inanır. Bu konudaki fikir ayrılığında hak verdiğim taraf Schopenhauer olsa gerek. Aslında materyalizme ne kadar karşı olsa da Schopenhauer burada materyalist açıklamaya biraz daha yakın bir konumda bulunuyor (Hâlen daha çok metafizik bir konumda olsa da materyalizme Kant’tan daha yakın). Schopenhauer’ın bir şeyi nedensellikten soyutladığımızda o şeyi başka bir şeyden ayırmanın yolu olmadığını savunması numenal dünyadaki varlığı bir teklik olarak görmesini meşru kılıyor. Bu oldukça mantıklı bir şey. Sonuçta bizim varlıkları birbirinden ayırt etmemizin ardında empirik faktörler var. Eğer empirik faktörler yoksa (numenal dünya) diğerlerinden ayırt edebileceğimiz çoklukta varlık yoktur. Bu kendine şey olarak varlık tektir.

Şimdi gelelim ahlâk konusuna. Ahlak konusunda görebildiğimiz kadarıyla çok benzer fikirlerdeler. Kant’ın ödev ahlâkı zırvasıyla benzer bir temeli var Schopenhauer felsefesinin de. Schopenhauer’a göre bencilce düşüncelerden bağımsız olarak ahlaki iyileşmeyi sağlayacak etkinin içsel olması gerekir. Korku, dini vaatler, yasalar, tehditler vb. bütün dışsal etmenler, istemenin yönlendirdiği bencillikle karşılaştırıldığında anlamsız kalır. Ahlaki eylemin işareti her türlü bencilliğin yokluğudur; bu tür eylemler, kişinin hemcinslerine karşı ilgiyi, ıstıraba duyulan merhameti, düşkünlerin hissiyatını paylaşmayı, herkese karşı şefkati ve doğruluğu doğurur.

Bu noktada bencilliğin tanımını yapmamız ve her insanın bencil olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bencillik deyince doğal olarak çıkarlarımızı düşünmek geliyor aklımıza ama şu ayrımı yapmak lazım: insan her hareketini kendi çıkarı doğrultusunda yapar dediğimizde kafada tamamıyla maddi çıkarlar oluşuyor ancak bu böyle değil. Sokakta bir kediyi beslediğinizde de bunu kendi çıkarlarınız doğrultusunda yapıyorsunuz. Sırf kendi isteklerinizi yerine getirip kendinizi mutlu etmek için. Sonunda kedinin beslenmesinden mutluluk duyan yine siz oluyorsunuz. Eleştirimi bu kadar kısa bir şekilde bırakmayacağım. Buradan sonra eleştirimi Kant felsefesi üzerinden yapacağım.

Kant’ın dediğine göre rasyonellik ahlaklı olmayı emreder. Bu ilkeye de bir eleştiri getirmek istiyorum. Öncelikle Kant felsefesine göre ahlâklı olmak tamamıyla bencil duygulardan arınmış bir şekilde herhangi bir çıkar beklemeden yapılandır. Herhangi bir çıkar beklemediğimiz bir davranışa basitçe mutsuz olduğumuz davranış dememizde bir sakınca yok. Bu durumda rasyonellik bize üzgün olmayı mı emreder? Burada üzgün olmakla pesimist olmanın aynı olmadığını da belirtmeliyim.

Az önce yazdıklarıma bir karşılık olarak Kant’ın çıkardan kastının maddi çıkarlar olduğu, mutluluğu bir çıkar olarak görmediği söylenebilir. Bu durumda da şöyle bir sıkıntı var. Mutual bir şekilde yapılan iyilikler de olabilir. Diyelim ki iki seçeneğiniz var: Kendi çıkarınıza olan bir seçim yapıp karşı tarafın sizden çok daha büyük bir çıkar elde edip mutlu olacağı bir senaryo ve kendi çıkarınıza olanı yapmayıp karşı tarafında az çıkar elde etmesini sağladığınız senaryo. İlk senaryo siz çıkar elde ederken karşı tarafın sizden daha büyük bir çıkar elde etmesine vesile olur. Bu durumda asıl altruistik olan ilk senaryodur ve Kant’ın ilkesinin zıttı bir konumdadır. Şunu belirtmek lazım: Yaptığımız eylemlerin hangi tutumla yapıldığı önemli değildir, önemli olan yaptıklarımızdır. Ahlâklı olan şeyler içgüdülerimiz veya düşüncelerimiz değil, onlara karşı veya onları dinleyerek yaptığımız “davranışlarımızdır”. Bir düşüncenin ahlâklı olup olmaması gibi bir durum söz konusu değildir, herhangi bir mülkiyete etki etmeyen bir şey için ahlâklı ve ahlâksız diye bir ayrım yapmak doğru değildir.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir